Ben Ghazala. 27 yaşında Suriyeli bir anneyim.
Savaş başlamadan önce Halep’in küçük bir köyünde yaşıyordum. Bugün baktığımda rüya gibi gelen o zamanlar; elektriğe, suya rahatça ulaşabildiğim, istediğim saatte uyuyabildiğim hayatımın en huzurlu günleriydi. Sakin ve sıradan bir hayatım vardı. Daha sonra savaşın başlamasıyla her şey yavaş yavaş değişti. Önce uzak ve kırsal köylere uğrayan bombalar birkaç ay içerisinde komşu köylerimizden duyulur oldu. Buna rağmen asla müsebbibi olmadığım bu savaşın kurbanlarından biri olabileceğimi düşünmedim. Ta ki Esed’in askerleri ile Deaş’ın girdiği çatışmalarda çocukların cesetlerinin toplandığını görene kadar. Buna rağmen ne olursa olsun köyümüzde yaşamaya devam etmekte kararlıydık. Bomba seslerine alışamasak da savaşın getirdiği zorluklara alışmaya çalıştık. Bu şekilde ayları devirirken bir gün komşu köylerden biri olan Han Esel köyüne kimyasal bombanın atıldığını öğrendik. Camilerden anons yapılıyor maske takmamız konusunda uyarılıyorduk. Maskeye ulaşmak herkes için mümkün olmadığından ıslak bezler ile kendimizi korumaya çalışıyor bir yandan da komşu ve akrabalarımıza yardımcı olmak istiyorduk. Bir gün sonra ancak köye girebildik fakat kimyasaldan boğularak can veren çocuklar, vücudu davul gibi şişmiş ve ağzından köpük akan insan ve hayvan cesetleri dışında başka bir şey görmedik. Cesetlerine ulaşabildiğimiz insanları maske, eldiven ve su yardımıyla gömmeye çalıştık. Köylülerin çoğu ölmüş, kalan birkaç kişi de gördüklerinden ötürü aklını yitirmişti. Birkaç gün içerisinde hemen yanımızdaki bir köyün yok oluşuna şahitlik ettik. Savaş gerçeğiyle ilk defa o zaman yüzleştim.
O gün gördüğüm her şeyi sabaha kadar tekrar tekrar düşündüm. Ansızın bir bombanın bizim de köyümüzü yok etmeyeceğini kim söyleyebilirdi ki? Sabah babam alelacele köyümüzde daha fazla yaşayamayacağımızı ve başka bir köye gitmemiz gerektiğini söyledi. Sadece üzerimizdeki kıyafetler ile yola çıktık. Kendi köyümüze çok uzak olmayan yarım saatlik mesafede başka bir köye gidecektik. Ancak yolda o kadar çok bomba sesi duyduk ki 2 saat sonunda ancak istediğimiz yere ulaşabildik. Bir evde 3 aile kalıyor yalnızca bir öğün yemek yiyebiliyorduk. Yine de güvende olduğumuzu düşünüp şükrediyorduk fakat çok geçmeden bomba sesleri bu köyde de duyulmaya başladı. Savaş bizi adım adım takip ediyordu. İyi kötü bir şekilde o geceyi atlattık.
Sabah olduğunda annem erkenden odun taneleri aramaya koyuldu, çocuklar için hamur kızartacak ve biraz olsun ısınacaktık. Tam annemin saca hamurları koyduğu sırada gürültüyle bir bomba patladı. Bir süre düştüğüm yerde öylece kalakaldım, her şeyin sonunun geldiğini hissediyordum. Çok sonra başımı kaldırmaya cesaret ettiğimde annemin yerde yaralı yattığını, babamın yüzünün onlarca şarapnel parçasından kanlar içerisinde kaldığını gördüm. İnsan bağırışları her yandan duyuluyordu. Anne babamın arasında ne yaptığımı bilmeden çırpınarak koşuyor, ağlıyordum. Feryatlarıma komşu ve akrabalarımız yetişti. Bombanın bizim evimize değil de sokağımızdaki başka bir eve düştüğünü yardım ekiplerinden öğrendim. O evde, 3 aylık bebek de dahil, herkes ölmüştü. İnsanlara tek parça halinde ulaşmanız mümkün değildi. Paramparça olmuş bedenler, hepsi bir tarafa savrulmuş uzuvlar toplanıp tek bir mezara konuldu. O günden sonra arada bir duyduğumuz uçak ve bomba seslerini devamlı duymaya başladık. Suriye’de var olan tüm silah çeşitleri orada, o köyde üzerimizde denendi.
Çok basit olan gündelik işler bile bizim için kocaman bir işkenceye dönüşmüştü. İstediğimiz saatte yıkanamıyor ve tuvalete gidemiyorduk. Yalnız bomba sesleri azaldığında hızlıca ihtiyacımızı görüyor, abdest alıyor ve her an ölmeye hazır bekliyorduk. Kıyafetlerimiz daima üzerimizdeydi.
İki yıl bu şekilde yaşadıktan sonra on dokuz yaşında evlendim. Yirmi gün eşimin köyünde kaldıktan sonra çalışmak ve ailemize destek olmak için Lübnan’a gittik. İlk başlarda biraz nefes aldığımızı düşündüm. Elimize az da olsa para geçiyordu. İlk çocuğuma da orada gebe kaldım. Fakat sıkıntılar peşimizi orada da bırakmadı. Lübnan’da çok fazla mülteci vardı. Buna karşın yine çok fazla mülteci düşmanlığı/karşıtlığı da vardı. İnsanlar yabancı olduğunuzu ve özellikle Sünni olduğunuzu fark ettiğinde sizinle konuşmak istemiyor ve ülkedeki tüm sorunlardan sizi sorumlu tutuyordu. Tanıştığım Suriyeli küçük bir çocuk bana adının Ömer olduğunu fakat bunu gizlemek zorunda kaldığını söylemişti. Ancak başka bir isimle okula gidebiliyordu. Yine Suriye’ye, savaşın göbeğine, dönmek zorunda kalsınlar diye çadırları ateşe verilen mülteciler dahi vardı. Bizler de daha fazla dayanamadık, hem ailemden uzakta yaşayamayışım hem de diğer gerekçelerden ötürü gebe halimle tekrardan Suriye’ye döndüm. Eşim çalışmak zorunda olduğu için orada kaldı.
Doğumumu gizlice hastaneye çevrilen bir okulda gerçekleştirdim fakat askerler bunu bildikleri için devamlı olarak okulları bombalıyordu. Eşime ne olur ne olmaz diye gelip çocuğunu görmesini istedim çünkü burada her gün onlarca çocuk ölüyordu).
Eşim Suriye hudutlarına geldiği an askerliğini yaptığı halde Esed askerleri tarafından tutuklanıp tekrardan askere götürüldü. Biz bunu ancak iki gün sonra öğrenebildik. Kırk gün orada tutulduktan sonra çok tehlikeli bir şekilde kaçtı. Bu sırada da tüm birikimini kaçmasına yardım eden askerlere bıraktı ama çektiklerimiz bunlarla da sınırlı kalmadı. Esed rejimi erkekleri askere aldığı zaman saçlarını kazıtıyor ve askerler bu şekilde kimin tarafında savaşıyorsa kolayca fark ediliyordu. Eşimin de saçları kazındığı için yolda Hürler tarafından durdurulmuş ve sorgulanmıştı. Allah’ın yardımıyla bunu atlatan eşim bu sefer de Deaş tarafından durdurulup saatlerce sorguya çekilmiş nihayet bir patlamayı fırsat bilip eve günler sonra gelebilmişti. Bu sırada oğlum 7 aylık olmuştu. Bu kavuşmanın, hasret gidermenin ardından on gün geçmemişti ki Deaş’ın kaldığımız köye geldiğini öğrendik. Tüm köy alelacele başka yerlere kaçmaya çalıştı. Çünkü Deaş oyun oynarken üstünü kirleten oğluna “seni yakalarsam öldüreceğim” diyen anneye zorla oğlunu öldürtecek kadar cani bir örgüt. Öldürdükleri kadın ve çocukların haddi hesabı yok. O köyde kalsak öleceğimizi biliyorduk bu yüzden eşimin köyüne gitmek için yola koyulduk. Fakat yol üstünde gördüğümüz manzara yürümemize engel oluyor, çoğu zaman kusmaktan eşlerimizi zor durumda bırakıyorduk. Deaş öldürdüğü insanların başını hepimizin göreceği yerlere yerleştirmiş ve adeta bize sonumuzu göstermişti. Küçücük çocuklar yaşayacakları travmadan habersiz o başlar ile oynuyor, gülüşüyorlardı. O köyden çıkışımızı tam olarak hatırlamıyorum ama eşimin köyüne vardıktan sonra iki gün boyunca hiçbir şey yiyemediğimi biliyorum. Açlığa, susuzluğa, hatta bomba seslerine bile alışabilirsiniz ama yürüdüğünüz yollarda kesilen başlar, moraran bedenler, kokan cesetler gördüğünüzde alışamıyorsunuz. O kokuya alışmak da unutmak da mümkün olmadı benim içim.
Eşim yine çalışmak niyetiyle yollar aramaya başladı fakat Lübnan sınırı tamamen Deaş tarafından ele geçirilmişti. Bu yüzden Türkiye’ye geldi. Altı ay ailemin yanında oğlumla beraber kaldım. Eşimin yanına gitmek istesem de Türkiye’de yaşadığı sorunları düşünüp ona destek olmaya çalışıyordum.
Günler böyle iyi kötü devam ederken bir gün yıkanan çamaşırları asmak için evimizin damına çıktım. Çok geçmeden mahalledeki insanların aceleyle koşuştuğunu gördüm ama ne olduğunu anlayamadım. Yüzümü kaldırıp gökyüzüne baktığımda siyah bir şeyin havada olduğunu ve gittikçe büyüdüğünü fark ettim ama gördüğümün bomba olma ihtimali aklıma bile gelmedi. Yalnız rüzgârın etkisiyle şiddetli bir şekilde yere düştüğüm zaman bunun önceki gibi bir bomba patlaması olduğunu fark ettim. Ölmemem mümkün değildi, barut kokusu, damdaki şarapnel parçaları, kaskatı kesilmiş bedenim… Muhtemelen vücudum sıcak olduğu için hissedemiyordum. Oğlum aklıma gelir gelmez kendimde doğrulacak gücü buldum. Vücudumun her yerini kontrol ettim, mutlaka bir yerden yaralanmış olmalıyım diye düşündüm ama düşündüğüm olmadı. Hayattaydım ve hareket etmem, oğluma ve aileme yetişmem gerekiyordu. Evin alt katına indiğimde tüm ailemin kız kardeşimin etrafında olduğunu ve kanlı kollarını temizlemeye çalıştığını gördüm. Kardeşim, bombanın etkisiyle kırılıp oğlumun üstüne düşen kapının altına kollarını koyup yaralanmıştı. Oğlum fiziksel olarak zarar görmese de bir gün boyunca ne konuştu ne de sorularıma en ufak bir tepki verdi.
Bu olaydan sonra gün içerisinde onlarca kez eşimi aramaya başladım. Beni düşünmüyorsa çocuğunu düşünmeliydi ve ne yapıp edip bizi yanına almalıydı. Nihayet eşim razı olduktan sonra Türkiye’ye gelmenin yollarını aramaya başladım.
Türkiye sınırına sabahın erken vakitlerinde gittim. Göz alabildiğine insan vardı. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu bu kalabalık aç ve susuz bebeklerin ağlama sesiyle inliyordu. Nereye baksanız umutsuz gözlerle karşıya geçmeye çalışan, askerlere bir şeyler anlatmaya çalışan ve dua eden insanlar görüyordunuz. O sınırda gece yarısına kadar kifayetsiz bekledik. Karşıya geçmek için on adım atmak yeterli olurdu fakat karşımızda telden bir duvar ve hemen arkasında nişan almış askerler vardı. Karşıya geçemeyeceğimizi söylüyor, geri dönmemizi istiyorlardı. Zaten sabahtan oluşan kalabalığın ancak yarısı kalmıştı, diğerleri karşıya geçemeyeceğimizi anlayıp geri döndü. Bizler Türkiye için slogan atmaya başladık, kadın-erkek, çoluk çocuk son nefesimize kadar slogan atıyor ve içeriye alınmak istiyorduk. Birden bembeyaz bir ışık her tarafımızı aydınlattı ve bizler “yaşasın Türkiye, yaşasın Erdoğan” diye bağırırken video kaydına alındık. Daha sonra askerler tekrardan uyardı ve en ufak bir adımda ateş edeceklerini söylediler. Uyarıyı dinlemeyen ve ileriye atılan bir genç oracıkta öldürüldü. Yine bir çocuk da gözünden vuruldu. Bu olaylardan sonra çoğu insan o karanlıkta geri dönmek zorunda kaldı yalnız biz, bebekli kadınlar, orada durmaya devam ettik. Hatta ateş edildiği sırada kadınlar bebeklerini elleriyle yukarı kaldırdı, ben de oğlumu kaldırdım. Askerlerin bebeklerimizi görmesini istiyorduk. Yanımızda çocuklarımızdan başka kimse yoktu, onları yaşatmak istiyorduk. Bir daha kimse ilerleme girişiminde bulunmadı, ateş edilmedi ama içeriye de alınmadık. Orada kadınlar için ayrılan ve malzemelerin çoğunun Türkiye’den geldiği bir yardım çadırında uyumaya çalıştık.
Sınırdan kendi imkânlarımızla geçemeyeceğimizi anlayınca insan kaçakçılarından yardım almak zorunda kaldık. Bizi çok yüksek meblağlarla Türkiye’ye ulaştırabileceklerini söylediler. Bu sefer de Afrin’e doğru yola çıkmaya başladım. Kaçakçılar bize sürekli sessiz olmamız gerektiğini aksi halde tutuklanacağımızı söylüyordu fakat bebekler o kadar süre aç kalmıştı ki susturmak çoğu zaman mümkün olmuyordu. Bebek ağlamaları yolculuk sırasında çok fazla zorluk çıkarıyordu ve kafile rahatsız oluyordu. Bu yüzden çocuğumu bırakmayı dahi düşündüm ama yapamadım. Onun için çıktığım bu yolculukta, onu bırakamazdım. Biraz geriden de olsa kafileyi takip ettim. Gece vakti olduğu için ve çok yorulduğum için bir ara kayboldum. Ay ışığına baktığımda elinde silah olan bir takım insanların üzerimize doğru koştuğunu gördüm, yakalanmış olabilirdik. Çok farklı bir yola saptım. Ne yapacağımı bilmiyordum, dua ediyor ve ağlıyordum. O kadar yorulmuştum ki oğlumun üzerindeki battaniyeyi bile atmak zorunda kaldım. Kucağımda hem ağlıyor hem titriyordu. Tekrar onu bir ağacın altına bırakmayı düşündüm ama yine yapamadım. Sonra ne olacağını düşünmeden sadece koşmaya başladım. Hiç durmadan koştum, koştum ve saatler sonra kafile ile gelmeyi planladığımız yere vardım. Oradaki diğer kafilelere grubun geri kalanının yakalandığını söyledim, beni de aralarına almaları için yalvardım. Birkaç saat sonra benim kafilem de geldi. Onlara gördüklerimi anlattım ama yanıldığımı söylediler, sorunsuz bir şekilde gelmişlerdi. Orada gördüklerim hayal olmayacak kadar gerçekti benim için ama artık hafızama güvenemiyorum.
Türkiye’ye adım attığımız ilk anda her şeyin artık geride kaldığını ümit ettim. Muhakkak bir takım zorluklar yaşanacaktı ama en zorunu atlatmıştık. Öyle de oldu. Bir müddet Kilis ve Bursa’da tanıdıklarımızın evinde kaldık. Daha sonra İstanbul’da ilk evimizi tuttuk. İlk üç yıl sandığımdan da zor geçti. Dil bilmediğim için ne komşularımla doğru bir iletişim kuruyor ne de ihtiyaçlarımızı temin edebiliyordum. Eşim de günde on iki saat çalışmasına karşın 900 lira maaş alıyordu. Mesaiye kaldığı zaman da parasını alamıyordu.
Bugün sokakta yürürken bazen insanlar Suriyeli olduğumu fark ettiklerinde hakaret edebiliyorlar, eşim çok çalışıp emeklerinin karşılığını alamıyor. Bunun yanında ailemi altı yıldır görmedim ve çok özlüyorum. En küçük kardeşim son bıraktığımda on dört yaşındaydı şimdi yirmi yaşında…
Elbette Türkiye’de çok güzel zamanlarım da oldu. Oğlum Türkçe bilmediği için kimseyle konuşamıyor bu yüzden arkadaş edinemiyordu. Evde televizyon da olmadığı için sıkılıyor ve üzülüyordu. Hiç unutmam her zamanki gibi camda oyun oynayan çocukları izlediği bir günde üst kattaki komşumuzun kızı “anne” diye seslendi. O da aynı şekilde “anne” diye seslendi. Sonra o kız tekrar seslendi, oğlum da seslendi ve gülüştüler. Bir müddet bu şekilde oynadılar ve daha sonra arkadaş oldular. Allah o kız çocuğundan razı olsun, oğlum onun vesilesi ile Türkçe konuşmayı öğrendi. Bir sürü de arkadaş edindi. Hâlen abla kardeş gibidirler, fırsat buldukça görüşürler.
Fakat son zamanlarda hızla artan mülteci karşıtı söylemler sebebiyle kendimi artık burada da rahat hissetmiyorum. Bazı insanlar savaşın bittiğini düşünüp ülkemize gitmemizi söylüyorlar. Medya da bunu allayıp pulluyor fakat kaç kişi oraya giden kadın ve çocukların tecavüze uğradığından haberdar? Ülkemize döndüğümüz zaman bize vatan haini muamelesi yapılıyor. Bugün Türkiye’den oraya gittiğinizde yaşamanız mümkün değil. Göstermelik hapis cezalarından sonra erkeklerin çoğu öldürülüyor. Çünkü gün be gün bizi istemeyen insanların sayısı artıyor biliyorum ve insanlar ülkedeki tüm suçların ve kötülüklerin sebebi bizmişiz gibi davranıyor. Bu yüzden her an bu ülkeden çıkarılıp yerimden edilmem an meselesi. Kendimi bu ülkeye ait hissetmek istiyorum ama çoğu zaman bunu dile getirmem bile suçmuş gibi hissediyorum.
Ben Ghazala. Suriyeli bir anneyim ve sadece yaşamak istiyorum.