Göç Okumaları grubumuzda Elif Nuran Özgün’ün moderatörlüğünde gerçekleştirdiğimiz toplantımızda tartıştığımız kitaplardan biri Zygmunt Bauman’ın “Kapımızdaki Yabancılar” adlı eseriydi. Bauman bu eserinde hayatımızdaki “onlar”ı, toplumumuzda ötekileştirdiklerimizi ve yaşadığı yerin yabancısı göçmenlerin meselesini ele alıyor.
İçinde bulunduğumuz çağ zorunlu göçlerin ön planda olduğu bir çağa karşılık gelmektedir. Bundan sebep ki çağımız insanları arasında yer edinen ahlaki paniğimiz çeşitli sebeplerden dolayı yaşadıkları ülkeyi bırakarak göç eden ya da göç etmek zorunda bırakılan kesimle ilgilidir. Bu bağlamda Kapımızdaki Yabancılar kitabında Bauman göçmen sorunlarını, dünya devletlerinin göçmenler üzerinde uyguladığı politikaları ve olumsuz tutumların neler olduğunu, göçmelerin yaşamış olduğu gerek politikalar gerek toplumun önyargısı sebebiyle oluşan izolasyonu ele alıyor. Ayrıca kitle iletişim araçlarıyla göçmen korkusunun sürekli bir şekilde pompalandığına da vurgu yapan Bauman kitabıyla dünyamızın gündemini çokça meşgul eden göçmen krizini ve yabancı korkusunu kalemiyle altı bölümde işliyor.
Kitabın ilk bölümü olan “Göç Paniği ve (Sui)stimalleri” başlığı altında kamusal alandaki kaygı ve korkuların çıkış noktası olarak kitle iletişim araçlarının yıkıcı etkisi üzerinde durmaktadır. Bu yıkıcı etkinin suistimalleri de beraberinde getirdiğine parmak basıyor ve insanlığın umursamazlığından, toplumların duyulan acılara kayıtsız kalan kitlelere döndüğünden dert yanıyor. Çıkar ilişkileri uğruna göçmenlerin reyting malzemesi ve ucuz işçi olarak kullanılırken aynı zamanda insanların ve devletlerin arka bahçelerinden uzak tutulmasının gülünçlüğünden bahsediyor.
Yabancıların profilinde medyanın etkisini eserin tamamında üslubunu ve konudaki duruşunu değiştirmeden anlatmaya ve biz okurlarına bu konuda sorgulamamız gereken yerleri hatırlatmaya devam eden yazarımız, göçmenlerin medyadaki görüntülerinin “biz” ve “onlar”a bölündüğünü söylüyor. Demokrasi “biz”den yana olurken “onlar”ı yok sayma ve hatta yok olmasını arzu etme şeklinde kendini gösteren ruh halinin varlığını gözler önüne seriyor.
Bauman kitabın ikinci bölümü olan ”Çıpa Arayışında Yüzer Gezer Güvensizlik.” başlığı altında “güvenlik” kavramı üzerinde durmaktadır. Siyasilerin ve medya kanallarının halka yaptıkları konuşmalarda yeni bir kavramın belirdiğini ve bu kavramın “güvenlikleştirme” olduğundan söz etmektedir. Bauman, siyasilerin bu kavramın üzerinde bu kadar yoğunlaşmalarının nedenini ise işlerin kolaylaştırılması ve eylemler olumsuz bir sonuç doğursa dahi halk onayından geçmesini garanti ettiği için kullandıklarının altını çizmektedir. Güvenlikleştirmenin halkın vicdanını bastırmaya yaradığını belirten Bauman özellikle göçmenlik meselesinin ve göçmenlerin yaşadığı zorlu süreçlere karşı kayıtsız kalan bir halk vicdanının ortaya çıktığını savunmaktadır. Kamuoyuna yansıdığı şekliyle geleceğin teröristleri olarak adlandırılan göçmenler, politikacılar tarafından toplum güvenliğine bir tehdit olarak lanse edilmekte ve toplum vicdanından nasiplerini alamamaktadırlar. Kitapta alıntılanan Roger Cohen’in özet mahiyetinde söylediği gibi: “Büyük yalanlar, büyük güçlü adamlara büyük kazançlar getiren büyük korkular üretir.”
Kitabın üçüncü bölümü olan “Güçlü Adamların (ya da Kadınların) Peşinde” başlığı altında Bauman, demokrasinin üzerinde bir hayaletin dolaştığını ve bu hayaletin güçlü bir erkek ya da kadın kılığında olduğunu savunmaktadır. Erkek hayalet tabirini ise Donald Trump üzerinden açıklıyor. Ayrıca hükümetin halkı korumadığını ve korumayacağı eleştirisini yapmaktadır. Hükümet büyük adamları ve kodaman olarak nitelendirilen kişiler için çalışmaktadır. Bauman, mevcut kaygılı sınıfın durumunun birden fazla politika tercihine yol açtığını ve bu politikalardan birinin güçlü adama diğerinin ise güçlü halka yaslanmak olduğuna dikkat çekmektedir.
Kitabın “Birlikte ve Kalabalık” adını verdiği dördüncü bölümünde Bauman okurlarına iki senaryo çiziyor. İlki hayatta kalmayı ve yaşamayı başararak birbirimizi var edeceğimiz bir dünyayı anlatırken diğeri “biz”e benzemeyene saygı duymayı öğrenemeyerek ya da öğrenmeyi reddederek yine hep birlikte yok olup gideceğimizi ifade ediyor. Kitabın geneline sinmiş olan ana fikrin de bu yönde olduğunu söylemek, “Zahmetli, Rahatsız Edici, İstenmez: Kabul Edilemez” başlığı altında beşinci bölümde yazarımızın dünya devletlerinin göçmen politikaları konusundaki tutumunu nasıl işlediğine baktığımızda hiç de güç değil. Bauman’ın bu bölümde eleştirdiği noktalardan birinin de “göç sorunu” adı altında çözmeye çalıştıkları şeyin göç sorunu değil, sınırları yeniden denetim altına alma ihtiyacı olduğunu görüyoruz.
Kitabın son ve altıncı bölümü “Nefretin Antropolojik Kökenlerine Karşı Zamanla Sınırlı Kökenleri” başlığı altında incelenmiş ve ahlakın koşulsuz buyruğunun sınıra yığılmakta olan yabancı imgesi ile özetlenen büyük bilinmezliğin oluşturduğu korku ile karşı karşıya kaldığını ifade etmiştir.
Yeni dünya düzeninde kartlar dağıtılırken bütün ideolojiler, fanatizmler, inançlar, hayaller artık önemini kaybetse de biz insanoğlu yüzyıllar boyunca diğer tüm canlılardan farklı olarak bir şeyi kaybetmediğimiz için Zygmunt Bauman da hala umudunu koruyarak liderlere sesleniyor ve tek çözümün her şeyden önce “diyalog” olduğunu dile getiriyor. Cumhuriyet Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Fikriye Çelik’in de kendi incelemesinde dediği gibi Bauman kalıplaşmış doğrularımızın dışında bir şekilde; kapıdaki yabancıların değil, kapı arkasında kalan bizlerin dünyayı yaşanmaz hale getirdiğini okuyucularının yüzüne vurarak insanları nefretten arınarak konuşmaya diyalog kurmaya davet ediyor.