Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

YENİ ZELANDA KARARI IŞIĞINDA İKLİM MÜLTECİLİĞİ

Mültecilik, her ne kadar genel bilinen üzerine patlak veren bir savaşın acı neticesi olsa da,
kitlesel akın sonucu sığınmacılara verilmiş olan bir statü olarak görülse de, genel kanının
aksine; Türkiye’nin de taraf bulunduğu Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 Cenevre
Konvansiyonu 1A maddesince yapılmış olan mülteci tanımı, karşımıza savaş dahil birçok
zorlukla karşılaşmış olan mültecilerin içerisinde toplandığı bir tanım sunar. Konvansiyonun
ilk maddesinde yer alan hükümlere göz atıldığında:
“ İşbu Sözleşme’nin amaçları bakımından ‘mülteci’ kavramı:
(2) 1 Ocak 1951´den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal
gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu
için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da
söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu
önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku
nedeniyle dönmek istemeyen şahısa uygulanacaktır”
Şeklinde tanımlandığı görülmektedir. 149 ülkenin tarafı olduğu bu tanımın çok daha kolay
anlaşılması amacıyla hüküm, iki bölümde incelenebilir:

  • Şahsın ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasal
    düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı bir şekilde korkması.
    İncelenen ilk maddeye göre, kişinin inancından veya kendi seçimi olmayan özelliklerinden
    dolayı uğrayabileceği zulme karşı duyduğu korku mesnetsiz olmamalıdır. Haklı bir korkuya
    dair sözleşmede herhangi bir tanım bulunmadığı için haklı sebebin varlığına mahkeme, somut
    olay üzerinden mantığı ve vicdanının sesiyle karar verecektir. “…haklı sebeplerle korkması”
    hükmünden yapılacak olan evleviyet ilişkisiyle, şahsa mülteci statüsü verilmesi amacıyla
    düzenlenmiş maddenin gereğinin yerine getirildiği anlaşılabilir.
    İlk maddenin varlığı, şahsa mülteci statüsü verilmesi için yeterli midir diye sorulduğunda bu
    sorunun cevabını, Lochak (2013), “… zulüm korkusu, Cenevre Sözleşmesinde olduğu gibi, bir
    ülkenin korumasını talep etmemek veya geri dönmeyi reddetmek için tek başına bir meşru
    sebep değildir” (s.33) şeklinde vermiştir. Böylece, mülteci statüsünün varlığı için aşağıda da
    inceleyeceğimiz maddenin varlığı şarttır.
  • Uğrayacağı zulümden haklı bir şekilde korkan şahsın vatandaşı olduğu ülkenin dışında
    bulunması ve bu ülkenin korumasından yararlanmasına engel teşkil eden bir durumun
    bulunması veya duyduğu korku sebebiyle yararlanmak istememesi.
    Söz konusu maddede bireyin, statüyü kazanabilmesi için vatandaşlığının bulunduğu ülkeden
    başka bir ülkede varlığını sürdürmesiyle birlikte vatandaşı olduğu ülkenin korumasından
    yararlan(a)maması halinin arandığı görülmektedir.
    Söz konusu maddede tabiiyeti olmayan şahısların, öğretide ve Yargıtay’da ‘vatansız’ olarak
    kabul edildiği ve vatandaşı olduğu ülke yerine mukimi bulunduğu ülkenin korumasından söz
    edilmektedir.
    Mülteci statüsüne kavuşabilmek adına üstte ayırmış olduğumuz iki şartın kümülatif olarak yer
    alması gerekmektedir.
    Konvansiyonun 1A maddesindeki tanımına, ülkeler tarafından coğrafi kısıtlama konmadığı
    sürece birçok ülkenin savaş mültecilerinin yer alabileceği su götürmez bir gerçekken iklim
    mültecileri konusu kendisine öğretide geniş bir tartışma alanı bulmuştur.

İklim mülteciliği, Angela Williams (2008) tarafından, daimi veya geçici çevresel faktörlerin
varlığı sebebiyle daha iyi hayat standartlarının olduğu ülkelere yerleşmek amacıyla yaşanılan
yerin terk edilmesi olarak tanımlanmıştır (s.506).
BMMYK ise; iklim mültecileri ve çevre mültecileri tarafından kullanılan bu kavrama karşıdır,
bu kavramların milletlerarası mülteci hukukunda yeri olmadığı görüşündedir.
Söz konusu tartışma konularından birisi de ‘Yeni Zelanda Mülteci Statüsü Belirleme İtiraz
Merciinin Ekonomik Ve Çevresel Faktörler Sebebiyle Mülteci Statüsünün
Kazanılmayacağına İlişkin Kararı’dır. 72189 ila 7195/2000 numaralı mülteci başvurularında
durum şu şekildedir:
Dava numaralarında ismi yer alan yedi başvuran; anne, baba ve beş çocuktan oluşan bir ailedir..
Başvuranlardan her biri mülteci statüsü almak için bireysel olarak başvurmuşlardır ve yapılan
mülakatın ardından reddedilmişlerdir. Mercii, her başvuranın korkusunun esas olarak aynı olduğunu
belirtmiştir. Korkuları, vatandaşları oldukları ülke Tuvalu’da yüzleştikleri çevresel ve ekonomik
zorluklardır. 1951 Konvansiyonu’nda belirtilen ırkından, dininden, vatandaşlığından, belirli bir gruba
mensubiyetinden veya siyasi düşüncesinden şeklindeki beş sebepten birine girmediğinden dolayı
başvuruyu reddetmiştir. Merci, başvuranların, Tuvalu Vatandaşlarının tamamıyla aynı zorluklarla
karşı karşıya kalmaları sebebiyle beş sebepten birinden dolayı zulme maruz kalma riski altında
olduklarını söylemenin mümkün olmadığını saptamıştır.
Daha sonra başvuranlar, karara dava açmışlardır. Başvuranların savunmaları şu şekildedir:
Başvuranlar, Tuvalu’daki mallarının deniz seviyesindeki yükselme sebebiyle kısmen su altında
kaldığından ve adadaki sahil erozyonlarından zarar gördüklerini belirtmişlerdir. Aynı zamanda
içilebilir su ve ilaç kıtlığı vardır, temel ihtiyaçlara ulaşımda zorluk çekmektedirler. Söz konusu
durumlardan Tuvalu’daki hayatın güvenilir olmadığını iddia etmişlerdir.
Aynı zamanda başvuranlar, hükumete yakınlıkları sebebiyle sadece az bir kesimin iyi yaşam
standartlarından yararlanmakta oldukları ve yetkili makamların kötü muamelesine maruz
kalmadıklarını iddia etmişlerdir. Söz konusu savunmada aynı zamanda zulüm görme ihtimallerinin,
düşük sosyo-ekonomik gruba mensup olmalarından kaynaklandığını belirtmişlerdir.
Mercii ise, başvuranlardan her birinin başvurusunu açıkça dayanaktan yoksun ve kötüye kullanma
olarak görmüş ve itirazları reddedilmiştir. Her bir başvuranın Mülteci Konvansiyonu’nun 1A(2)
maddesi uyarınca mülteci olmadıkları tespit edilerek başvuruları reddedilmiştir.
Öncelikle belirtilmelidir ki Yeni Zelanda, 1951 Mülteci Konvansiyonu tanımını olduğu gibi
kabul etmiştir. Türkiye’nin aksine herhangi bir coğrafi sınır getirilmemiştir. Böylece,
başvuran kişi veya kişiler, vatandaşlıklarına ilişkin hiçbir engelle karşı karşıya
kalmamaktadırlar.
Özet olarak, başvuranların mülteci statüsünü kazanması yalnızca Konvansiyon hükümlerinde
yer alan şartların varlığına bağlıdır.
Söz konusu Yargıtay kararında başvuranların; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba
mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacakları korkusu mesnetsiz
bulunmuştur. Daha önce belirtildiği üzere, hükme ilişkin bir örneklendirme usulü
bulunmamaktadır. Yargı organları vicdan ve mantıklarıyla baş başa kalmaktadırlar; ancak yol
gösterici olarak kabul edebileceğimiz Yargıtay kararlarının neredeyse hepsinde de iklim
mültecilerinin talepleri, Yargıtay kararına benzer şekilde, iddialarının mesnetsizlerinden
dolayı reddedilmiştir.


Kararda anlaşıldığı üzere, çevresel koşulların yarattığı mağduriyetin yanı sıra başvuranların
iddiasına göre, iktidara yakın kişiler söz konusu koşullardan olabildiğince az
etkilenmektedirler. Tuvalu Devleti’nin yönetim biçimi parlamenter demokrasi (parlamenter monarşi) olarak tanımlanmaktadır; yani yasama organını oluşturan sandalyeleri halkın belirlediği vekiller doldururken; yürütme organını Kraliçe Elizabeth temsil etmektedir. Bu durumda iktidardan kasıt yüksek ihtimalle yasama organınında çoğunluğu sağlayanlardır; yani zulmü görenler, başvuranlar, azınlıktır. Söz konusu iddiaların incelendiğine dair bir açıklama yer almamaktadır, sadece var olan durumdan halkın hepsi mustariptir denmiştir. Söz konusu iddianın yerinde olması halinde başvuranların siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacaklarından haklı bir sebeple korktukları söylenebilir; zira iktidarın imkânı olmasına rağmen korumayı reddetmesi ve kaynaklarından muhalif vatandaşlarını mahrum bırakarak temel ihtiyaçlarını karşılamayı reddetmesi ve IPCC raporlarına göre, adanın, 2050 yılı gibi yakın bir tarihte tamamen sulara gömülmesi beklenmesi; yaklaşmakta olarak bir zulüm tehlikesi olarak kabul edilmelidir.
Başvuranların iktidara ilişkin iddialarının mesnetsiz olması halinde ise; çevresel koşulların yarattığı mağduriyetin herhangi bir hükme kıyasa varacak kadar geniş yorumlansa bile beş sebepten birinin varlığından söz edilemeyeceği için vatandaşlara mülteci statüsü verilmesi mümkün değildir. Ancak söz konusu başvuranlara Geçici Koruma Yönergesinin Yeni Zelanda tarafından ‘geniş yorumlanması’ halinde iklim mültecileri bu bağlamda koruma altına
alınabilir. Mağduriyetlerin artmakta olduğu ve kitleleri hedef alan tehlikelerin bilimsel yollarla kanıtlandığı bu gibi durumlarda duruma ilişkin uluslararası sözleşmelerin noksanlığının vatandaşlar veya vatansızlar için uzun vadeli mağduriyetler yarattığı veya yaratabileceği üstte incelenen Yargıtay kararı ve birçok benzer karardan anlaşılabilmektedir.

KAYNAKÇA