Elindeki kalemi parmaklarının arasında dolandırmaya başladı. Masada duran bardağı işaret edip “yoksa çay sevmez misin?” diye sordum. Bu genç adamın buğulanan gözleriyle karşı karşıya gelmekten kaçıyor, odadaki matem havasını dağıtmaya çalışıyordum. Kalemini defterin arasına koyup yönünü bana çevirdi. “Madem merak ettiniz anlatayım öğretmenim” dedi. “Size başımdan neler geçtiğini anlatayım. Beş yıl önce annem, babam ve kız kardeşimle birlikte Suriye’den Türkiye’ye göç ettik. Bir süre Diyarbakır’da Halep’ten tanıdığımız insanlarla birlikte yaşadık. Ardından Gaziantep’te babamın çalıştığı inşaatın bekçi kulübesinde bir yıl hayata tutunduk. O sene en küçük kardeşim Tayyib doğdu. Bir Perşembe sabahı inşaatın iki sokak ötesinde feci bir trafik kazası meydana geldi. Yerde metrelerce sürüklenen kişi benim babamdı ve maalesef babam, iki gün yoğun bakımda kaldıktan sonra hayatını kaybetti. Ben on beş yaşındaydım, kız kardeşim on dört annem ise otuz dört. Benim annem bu dünyada görebileceğiniz en garip en sefil insanken şimdi bir de en küçüğü henüz bebek olan üç çocukla birlikte gurbette bir başına kalmıştı. İnşaatta çalışan babacan bir duvar ustası vardı, çok iyi bir adamdı, babamdan sonra bize kol kanat gerdi. Bir ay daha o kulübede kaldık. Fakat o bir ayı ne siz sorun ne de ben anlatayım öğretmenim. Günlerden bir gün bahsettiğim duvar ustası beni yanına çağırdı, “Buraya yakın bir memlekette yaşlı bir abim var. Bir yıl önce eşi ve kızı vefat etti, onların hayrına size sahip çıkmak istiyor” dedi. “Seni okutup kardeşlerine kol kanat gerecek, ne dersin?” diye sordu. Hayır deme şansım var mı öğretmenim. İki gün sonra yola çıktık ve bu şehre geldik. Uzun ve yorucu yolda bir ara annemin göğsüne başım düştü, tekerlekler asfaltta ninni gibi dönerken ben, hayatımın yegane varlığı olan kadının yürek çarpıntısıyla uyandım. Korkudan ve endişeden terleyen ıslak elleriyle küçük kardeşimin saçlarını okşuyor, hiç bitmeyen inancıyla dualar mırıldanıyordu. Yolculuğun sonunda kendimizi küçük bir mahallede bulduk. İçi döşeli iki oda bir eve girdik, dört katlı apartmanın ikinci katında eski bir dairedeydik. Kapıyı yaşlı, kır sakallı bir adam açtı. Evvela benimle tokalaşıp sonra da kardeşimin başını okşadı. Annem göğsüne gömdüğü başını kaldıramadı öğretmenim. Kucağındaki bebek henüz yedi aylıktı. O adam kim diye soracak olursanız, sizinle beni tanıştıran Muzaffer amcanın ta kendisi. Fakat biz ona “Muzaffer Baba” deriz. İkinci babamız o bizim, her şeyimiz. Muzaffer babamın eşi ve hemşire olan kızı bir kazada vefat etmiş. Kazadan sonra kızının yaşadığı evi bize verdi. Biz o eve girdikten sonra da kapıdan içeri bir adım dahi atmadı. “Burası küçük mahalledir, söz olur can sıkılır” dedi. Beni okula gönderdi. Evimize her hafta erzak getirdi. Bense mahcup oluyordum. Altmış yaşındaki bir adama sanki hiç derdi yokmuş gibi bir de biz musallat olmuştuk. Buraya geldikten dört ay sonra muzaffer babama çalışmak istediğimi söyledim. Önce kabul etmedi fakat ben çalışacağım işi çoktan bulmuştum. Okuldan geriye kalan zamanlarımda çalışmak üzere mahalledeki kahvehane ile anlaştım. Her hafta yirmi lira aldım. Her gün gecelere kadar çalıştım. Ama size şimdi nasıl anlatsam öğretmenim, hani o ilk paramı kazanıp da kardeşlerime aldığım iki çikolata var ya… Her şeye bedeldi. Böyle bir koşturma ile altı ay çalıştım. Mahalleli bizi severdi, kadınlar bir araya gelince annemi de çağırırlardı. Bana Muzaffer’in yetimi derlerdi. Kahvehanede bile biri çay isteyecekse eğer “Yetim! bize iki çay” diye seslenirdi. Ben masaya çay götürdüğümde önce çayı alıp sonra başımı okşarlardı. Yalnız olur da bir kabahat işlersem eğer adım bir anda “Suriyeli” olurdu. “Suriyeli” diye kızar, “yetim” diye severlerdi. Bazen de cebime birkaç bozukluk koyarlardı. Okullar tatil olunca sabahtan akşama kadar çay getirip götürüyor, bulaşık yıkıyordum. Yanlış anlamayın öğretmenim, gücenmem ben. Halimden memnundum zaten başka bir çarem de yoktu. Bir gün kahvehaneden çıkıp eve geldim. Aynı karanlık merdivenleri aynı yorgunlukla aşıp kapıya vardım. Tam zile basmak üzerken gözlerime bir şey ilişti. Çelik kapının tokmağına asılı tuhaf bir bez parçası… Evirip çevirsem de ne olduğuna bir türlü anlam veremedim. Çiçekli kumaştan dikilmiş fakat paramparça olmuş bir etek. Eteği önüme serip annemi çağırdım. O da şaşırdı öğretmenim. Yanlışlıkla düşmüş gibi değildi biri parçalanmış bir eteği kapımıza asmıştı. Anlamadım, çok da dert etmeyip uyudum. Diğer gün aynı saatte kahvehaneden evin yolunu tuttum. Aklıma yırtılmış etek geldi. İçimde bir şeyler koptu öğretmenim ne olduğunu anlamadığım bir şeyler koptu içimden. Adımlarımı hızlandırdım. Telaşla merdivenleri çıktım. Bu kez de kapıda parçalanmış bir kadın gömleği asılıydı. Şimdi anlamıştım öğretmenim. Bunun masum bir şey olmadığını o an anlamıştım. İçeri girip anneme bugün eve kimse geldi mi diye sordum. “Yok” dedi. Biri annemle bana çok kötü bir şey yapıyordu. Mahallede böylesi kötü bir şeyi yapabilecek kimse yoktu. O gece gözüme uyku girmedi. Bunu yapan kimdi ve neden yapıyordu. Annemin namusuna mı göz dikmişti, kim üç çocuklu dul ve aciz bir kadına bu gözle bakabilirdi ki. O gün sabah güneş doğmak bilmedi. Kahvehaneyi bir saat erken açtım. Saim, ondan evvel gelip de dükkanı açmam için anahtarları bana vermişti, Saim benim patronum, aslında kahvehanenin sahibinin oğlu. Okul yokken kahvehaneyi ben açıyor akşamları da ben kapatıyordum. Saim benden bir saat evvel çıkardı. O günün sabahı da kafamda binlerce huzursuz düşünce ile kahvehaneyi açtım. Öğlene doğru birkaç kişi gelip aynı yerlerine oturdular. Remzi amca, yeğeni Yaşar abi, fabrikada çalışan Mutlu amca, terzi Zeynep ablanın işsiz kocası Veli amca… Herkese başka bakıyordum öğretmenim. Ben bu insanların yetimiydim. Ara sıra kızdıklarında ya da sinirlendiklerinde sert konuşurlardı ama o zaman bile severlerdi beni. Öğlene doğru da Saim geldi dükkana, bendeki dalgınlığı farkedip “ne oldu” diye sordu. Saim benim arkadaşımdı aynı zamanda. Yirmi sekiz yaşında, kendi halinde bir adamdı. Muhabbeti de iyiydi, abilik ederdi. İçimdeki sıkıntıyı ondan başkasına anlatamazdım. Bir ara mutfakta köşeye çektim Saim’i ve bir çırpıda anlattım yırtık eteği, yırtık gömleği. Ben anlatınca Saim hiç beklenmedik bir şekilde gülmeye başladı, dakikalarca güldü. Hiç susmadı. “Bu mu derdin” dedi aşağılayıcı bakışlarını üzerimde gezdirerek. “Apartmanda çocuklar şaka yapmıştır” dedi, “senin yaşın küçük anlamazsın, kadınlar arasında böyle şakalar olur” dedi. “Umursama” dedi. Bir sürü şey söyledi. Ama benim içimin yangını sönmedi. Saim lafın devamını dinlemeden bir bardağa çay doldurup kahkaha atarak mutfaktan çıktı, bulduğu ilk masaya oturdu. Ben de haline ve verdiği tepkiye hayret ederek onu izledim. Akşam olunca Saim’den izin istedim, “bugün kahvehaneyi sen kapat ben biraz erken çıkayım, içim rahat etmiyor” dedim. Gündüz kahkaha atan Saim ben böyle deyince hışımla oturduğu sandalyeden kalktı. Elindeki tesbihi yüzüme doğru sallayarak “işimiz gücümüz yok senin çocukluklarınla mı uğraşacağız” dedi. “Erken çıkmak yok boşuna mı para veriyoruz sana” deyip benim bir şey söylememi beklemeden kapıyı çekip gitti. Kahvede tek kalmıştım. Bir yandan Saim’e sinirlenmiştim bir yandan da bu gece kapıda bulacağım şeyin ne olacağı düşüncesi içimi yiyip bitiriyordu. Gece olunca Saim’i dinlemedim, Veli amcaya “dükkana bir saat sahip çık benim acil bir işim var” deyip evin yolunu tuttum. Apartmanın kapısına yakın yerde bir köşeye gizlenip giren çıkanı kontrol etmeye başladım. Herhalde bir saat kadar bekledim. Kahvehaneye dönmem gerektiğine kanaat getirmiştim ki sokak lambasının dibinde bir gölge belirdi. Sallana sallana gelip bizim apartmanın önünde bekleyen bu adamın yüzünü yakından görmeliydim. On dakika kadar kafasını yukarı kaldırıp apartmanı gözledi sonra da etrafı kolaçan edip içeri girdi. Onun içeri girmesini fırsat bilip kapının eşiğindeki çöp bidonunun arkasına saklandım. Çıkarken mutlaka yüzünü görecektim. Görmez olsaydım. Beş dakika sonra kapıdan Saim çıktı. Yüzünde insanın tüylerini diken diken eden bir gülümseme. O karanlıkta kaybolurken içeri koştum, merdivenleri nasıl çıktığımı, ciğerimi kesen soluğu size anlatmama imkan yok. Kapıya geldiğimde gözlerim yerinden fırlayacak gibiydi. Haksız değildim, kapıda bir market poşeti asılıydı. Az evvel apartmanın önünde durup içeriyi gözleyen adamın elindeki poşetti bu. Hemen içine baktım. Çıldırmamak elde değildi öğretmenim, poşetin içinde bir kağıt parçası vardı kağıdın üzerinde de müstehcen kadın fotoğrafları… Bir de… Bir de kağıdın köşesinde yazılı kız kardeşimin adı… Ben daha on altı yaşındaydım, kız kardeşim on beş… Kardeşimin namusuna göz diken adama ben abi diyordum öğretmenim. Bağırmak istiyordum, ağlamak istiyordum koşup babamın mezarının başına varmak ve onu oradan kaldırıp “gel başımızda dur baba” demek istiyordum. “Kalk toprağın altından baba” diye bağırıp çağırmak istiyordum. Yumruğumu ısırmış duvar dibine çökmüşken nefes alamaz oldum. Kapıyı çaldım, zavallı annemin korkulu bakışları arasında mutfakta bulduğum ilk bıçağı kapıp sokağa indim. Bir elimde Saim’in poşeti bir elimde bıçak kahvehanenin yolunu tuttum. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Kime ne diyecektim, inanırlar mıydı, bir insan bunu niye yapardı. Çok geçmeden kahvehanenin önüne vardım. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, içerideki herkes dışarı çıktı, Saim de onların peşi sıra kalabalığı yarıp yanıma geldi. Elimdeki poşeti görünce yüzünün aldığı ifadeyi görmeliydiniz öğretmenim. Ayakları geri geri gitti az önceki tiksinti uyandıran gülüşü şimdi korkuyla ve acizlikle doluydu.” Bu son cümleleri yutkunarak sıralayan delikanlının gözlerinden birer damla yaş aktı. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Muzaffer amcanın bana emanet ettiği bu genç adam aslında koca bir hikayenin başrolüydü. Hikayesinin devamını sormadan önce mutfaktan bir bardak su getirdim, titreyen elleriyle suyunu içip devam etti. “Ama ben yapamadım öğretmenim, elimdeki bıçağı kaldırıp da son gücümle “neden Saim” diye bağırabildim sadece… Dizlerim titriyordu. Onlarca insanın bakışları arasında diz çöktüm, elimdeki bıçak çoktan yere düşmüştü. Buğulu gözlerimin gördüğü en son şey Yaşar abinin Saimin yüzüne attığı yumruktu. Her şey o kadar aşikardı ki… Zor olan çaresizlik öğretmenim. Babamın üstündeki toprağı silkeleyip de yanımıza gelmesini o kadar çok isterdim ki. Ama bunun yolu yok. İşte bu geceden sonra Muzaffer babam o evi satıp bizi buraya taşıdı. Saim’e ne oldu diye soracak olursanız o gece mahalleliden öyle bir dayak yemiş ki başına on altı dikiş atılmış. Başına yaşım kadar dikiş atılmış. Babası Saim’i memleketlerine yollamış. Zaten bir daha da görmedim. Buraya taşınınca da Muzaffer babam beni sizinle tanıştırdı. Bu olaydan sonra her gün Muzaffer babamın yanına gidip gelmeye başladım. Güllü Camii’in bahçesinde onunla dertleşmeyi çok seviyorum. Bazen Suriye’den hiç ayrılmasaydık başımıza bunlar gelmezdi diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Ben bir Suriyeliyim, şimdi doğduğu topraklara dönse yol bilmez iz bilmez bir Suriyeli. Dünyaya geleceğim toprağı ben seçmedim ki öğretmenim.” Sırtınını sıvazladım, derin bir nefes aldı sanki yılları ciğerlerine çekmiş gibi… Tüm bunların sadece bir başlangıç olduğunu biliyor gibi… Vatansız yaşamak her dakika ve her saniye teyakkuzda olmak demekti. Sonra başımı kaldırıp çekinerek ve çok da arzulayarak şu soruyu sordum: “Bu yaşadıklarını yazmamı ve insanların hikayenden haberdar olmasını ister misin?” İsmini gizlemem şartıyla kabul edip son kez şunları söyledi: “Öğretmenim, bu şehre taşınmadan evvelki gün babamın mezarına gittik. Annem ben ve kardeşlerim. Ben kucağımda yedi aylık kardeşimi tutarken annem gözyaşları içinde boynundaki muskayı çıkarıp babamın toprağına gömdü. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu, sevdiğin insanı Allah’a emanet etmek demek. Biz babamın mezarının başına bir daha gider miyiz gitmez miyim bilemem fakat babam Allah’a emanet. Benim hikayemi yazarken bunları da yazın. Siz çok şanslısınız. Sevdikleriniz öldüğünde mezarının başında ağlayabilecek imkana sahipsiniz. Bunun ne kadar kıymetli olduğunu bilin öğretmenim. Muzaffer Babam Güllü Camiinin bahçesinde bana bir hikaye anlatmıştı. “Yeryüzünde ezan-ı Muhammedi okunan her yer senin memleketin oğlum, sakın bu ülkeyi gurbet bilme” demişti. Ben de sizin vatanınızı kendi vatanım bildim öğretmenim.” İkindi güneşi masadaki soğumuş çay bardaklarına vuruyor, daha önce kim bilir kaç öğrenciye ders anlattığım bu odada okuma-yazmayı yeni öğrenmiş bir talebe gibi heyecanla muhatabımı dinliyordum. İkimiz de ıslanan gözlerimizi silip birbirimize baktık.
“Bitti” dedi.