“Şam’da
Uyur bir yabancı
bir gölgede durarak
ebediyet yatağındaki bir minare misali
ne bir başka diyarı
ne de bir kimseyi özlemeksizin” Mahmud Derviş
Evet. Yine Suriye hakkında yazıyorum. O puslu, üzgün, karmaşık mesele hakkında… 2017 yılında aklımda düşüncesi dahi yokken bir anda önüme düşen bir mesajla ziyaret ettiğim, sonrasında da hayatımı -neredeyse- büsbütün değiştiren Suriye’yi yazmak bana çok ciddi acı veriyor, ancak öte yandan da bu yazıların konu hakkında pek fikir sahibi olmayan insanlara, medyanın bitimsiz manipülasyonuna karşı bir hakiki ve sahadan bilgiler vererek fayda sağlayacağına inanıyorum. Bu ön bilgilendirmeyi yaptıktan sonra yazımıza başlayalım.
Teknolojinin son derece geliştiği ve elimizin altındaki internet vasıtasıyla her yerden haberdar olabildiğimiz bir çağdayız. Daha doğrusu öyle olduğumuz kabul ediliyor. Evet, belli ölçüde bunun doğru olduğunu söylemek mümkün, ancak ben Suriye’ye gittikten sonra bu işin hiç de öyle olmadığını bizzat anladım. Bölgeye gitmeden evvel, orası hakkındaki haberleri takip etmeme rağmen, beni orada neyin beklediğine dair neredeyse hiçbir fikrim yoktu. Kilis şehrindeki Öncüpınar Sınır Kapısından girdim; mazot, nargile, mırra ve sigara dumanından mürekkep kendine has bir koku burnuma geldi, böylece Suriye hikayem başlamış oldu.
Dürüst olmak gerekirse, henüz ülkeyi görmeden önce, Suriye’yi ziyaret etmek benim için egzotik, oryantal bir macera gibiydi. Düşünsenize cehennem sıcağı gibi bir hava, aşırı şekerli kaçak çay ve Suriye ammicesi[1] konuşan bir sürü insan…
Elbette benim Suriye hakkındaki gerçek dışı ve romantik düşüncelerim, IHH tarafından inşa edilen Şam Üniversitesine bir otobüsle giderken aniden yanımızdan kasasında sabitlenmiş doçkasıyla[2] hızla geçen pikabı görünce uçup gitti. Pikabın geçişinden sadece birkaç dakika sonra silah sesleri duymaya başladık. Ağır makineli silahlarla birbirine ateş eden insanlar vardı ve ortalama 22-23 yaşlarında olan İstanbul’dan gelen ekibimiz tüm bu savaş sahnesine şahit oluyorduk. Çoğumuz gördüklerimizden epeyce korksak da hiçbir şey söylemeden yola devam ettik.
Suriye’deki ilk anım bu şekilde oldu. Orada Mülteci Hakları Derneği gönüllüsü olarak bulundum. Savaş kurbanı çocuklarla ilk kez tanıştım. Yarım gülümsemelerin altında saklanmış derin hüznü ilk kez fark ettim, yanaklarına bir küçük öpücük kondurmamız için adeta yalvaran o minicik elleri ilk kez gördüm.
İlk satırlarda belirttiğim gibi, Suriye’deki Sınırsız Şenlik’te aktif bir rol aldıktan sonra hiçbir şey benim için eskisi gibi değildi. İstanbul’a döndükten sonra bir süre kendime gelemedim. Hatta, bazıları bana ikincil travma yaşadığımı söyledi, tabi her zaman yaptığım gibi bunu inkar ettim. Her neyse, Suriye’de gördüklerimi düşünmeden duramadım ve Suriye’ye gidip onların geleceği için bir şeyler yapmaya dair derin bir istek duydum. Neyse ki dualarım kabul oldu ve birkaç ay sonra tekrar oraya gittim.
Sınırsız Şenlik’te hedefimiz çocukları eğlendirmek ve onları savaş atmosferinden bir nebze de olsa soyutlamaktı, Elhamdülillah, en azından bir dereceye kadar başardığımıza inanıyorum. Fakat bu sefer oldukça farklı bir durum vardı. Bu bir insani yardım göreviydi. Bağışlarla aldığımız botları kamp sakinlerine dağıtmamız gerekiyordu. Kışın ortasında olduğumuz için hava oldukça soğuktu ve mülteci kampları, kelimenin tam anlamıyla çamur deryasıydı.
Kampların çoğunda kaldırım veya altyapı yoktu, bu nedenle yağmur yağdığında durum daha da vahim hale geliyordu. Bilindiği üzere, Suriye’nin kuzeyi Akdeniz ikliminin etkisi altında, bu nedenle yazları kuru, kışları ise oldukça yağışlı oluyor. Dolayısıyla kış, mülteciler için soğuk ve çamur demek.
Gördüğüm kamplardaki durum yürek burkucuydu, bataklığa dönüşen yolda yürüyen yalınayak çocuklara ya da içerisinde ocak, soba ya da herhangi bir ısıtıcı olmayan çadırlara rastlıyorduk.
Yardım kampanyamızın ismi Çizmeli Çocuk’tu. Bir hafta boyunca Suriye’de olmamız gerekiyordu. Projenin ilk günü, keşif için Mukaveme Mülteci Kampına gittim. Ekip liderim Sümeyye Nur bazı fotoğraflar çekmemi ve kampın durumunu rapor haline getirmemi istemişti. Açıkçası, daha önce uzaktan bazı kamplar görmüştüm fakat hiçbir zaman bir kampın göbeğinde bulunmadığım için ne göreceğim konusunda oldukça heyecanlıydım. Mukaveme’yi ziyaret etmek bu konudaki ilk deneyimimdi.
Neden bilmiyorum, Suriye’nin her zaman oldukça sıcak bir ülke olduğunu düşünmüştüm, hiçbir zaman kar veya yağmur yağmadığını, hatta soğumadığını da. Kışın ortasında Mukaveme’de olmak kafamdaki bu anlamsız düşüncemi boşa çıkardı. Bu “soğuk” gerçekle yüzleşmek cidden üzücüydü. Mukaveme’den ayrıldığımda, gördüğüm tüm sahne çamurla kaplı bir yol, ayakkabı ve ceketi olmayan çocuklardı. İnsanların gözlerindeki çaresizliği görmek ise yüreğimi daha çok parçalamıştı.
Bunu söylemek çok hazin ama, Mukaveme’deki ahval melekleri bile ağlatırdı… İnsanlara, özellikle çocuklara gülümsemeye ve kederli yüzlerine minik de olsa bir gülümseme yayılmasını sağlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra, karşılamak için bazı çocuklar yanıma geldi. Türk çocuklarının aksine, yabancılarla tanışma konusunda oldukça cesurlardı, belki de aktivist yeleği giyen ve kendilerine şeker, yiyecek veren Türkleri çevrelerinde görmeye alışmışlardı, bilmiyorum. Çocukların bazılarıyla tanıştım. Onlara ismimi söyledim ve Arapça’da nasıl telaffuz ettiklerini sordum. Karşımdaki çocukları perişan kıyafetler içinde, yalınayak gördüğüm için zar zor gülümsüyordum. Allah’a şükür ki Arapçamı sevimli buldukları için gülmeye başladılar. Derin bir nefes aldım. Kısa sürede olsa kamptaki puslu atmosfer gitmişti. Birkaç şaka yaptıktan sonra biraz rahatlamış hissettim.
Zamanla çevremdeki çocuk sayısı arttı. Akranlarını gören birçok çocuk bana doğru yaklaştı ve bir şeyler söylemeye başladı. Önce kalabalığın ne istediğini anlayamadım. Sonra maalesef anladım ki, yiyecek, içecek balon gibi şeyler soruyorlardı. Aslında ne olduğu fark etmeksizin herhangi bir şey vermemi istiyorlardı. Çok ciddi hayal kırıklığına uğradım.
Bu sırada, on bir-on iki yaşında bir çocuk, adını hatırlayamıyorum ancak sanıyorum ya Ahmed ya da Muhammed’di, dirsekleriyle önündekileri iterek kalabalığın önüne geldi ve sıkmam için elini uzattı. Sert, güçlü ve yaralı elini sıktım. Tıpkı gözleri gibi olan ellerini.. Onun acı dolu ve öfkeli bakışlarını unutamıyorum. Doğrudan gözlerimin içine baktı ve “Bize ne vereceksin? Açlıktan ölüyoruz, fakiriz. Doğru düzgün bir kıyafetimiz bile yok.” Üzerindeki yırtık pırtık kıyafetlere baktım. Kalbim paramparça oldu. Ağlamak üzereydim, ama güçlü olmam ve onlar için mücadele etmeye devam etmem gerektiğini biliyordum…
Yutkundum ve ona gazeteci olduğumu, sadece fotoğraf çekmeye geldiğimi ve dağıtımın yarın olacağını söyledim. Yüzüme öfkeyle baktı, ve dedi “Üşüyorum, bak senin eldivenlerin var, benim yok.”. Önce eldivenlerime baktım, yüzümü aşağı eğdim. Keşke ona eldivenlerimi verebilseydim… Fakat böyle yapsam diğer çocuklara haksızlık olacaktı. Kuşkusuz, hayatımdaki en zor anlardan biriydi bu.
Çocuğun yanından ayrılıp kampın çevresinde birkaç fotoğraf çekmek istedim, çünkü artık konuşmaya duygusal olarak çok zorlanıyordum. Bu nedenle imkânsız olsa da çamurdan bir nebze kaçmaya çalışarak çadırların çevresinde yürüdüm. Çocuklar çevremden gitsinler diye yürümeye devam ettim ama ben gittikçe onlar peşimden geliyorlardı. Yürüyüşüm bir anda İtalyan yeni gerçekçi filmlerinden fırlama bir komedi sahnesine dönüşmüştü. Peşime neredeyse atmış çocuk takılmıştı.
Yürümeye başladıktan kısa bir süre sonra yolumu kaybettim ve ekibimden uzaklaştım. Bunu yapmamam gerektiğini biliyordum, çünkü Suriye’de başına ne geleceğini asla bilemezdin ve yalnız gezmek tehlikeliydi. Nedense endişeli hissetmedim. Nasıl geri döneceğimi düşünmeye başlamıştım ki aniden güçlü bir el omzumu tuttu. Hiç beklemediğim bir andı, henüz ne olup bittiğini anlayamadan omzumu tutan adam beni kenara çekti ve çocuklara evlerine gitmeleri için bağırdı. Sonra benden konuğu olmamı ve “evini” ziyaret etmemi istedi.
Ev dediği, eski ve soğuk bir çadırdı. Ziyareti reddetmedim, zaten kabul etmekten başka çarem de yoktu. İçeri girdik. Yerde eşya olarak sadece eski, eprimiş bir minder vardı. Beni mindere oturtup onlar yere oturdular. Evin büyükannesi beni karşıladı ve hemen yaşam koşulları, insanların acımasızlığı ve liderlerinin zulmünden şikayet etmeye başladı. Kadının lehçesi çok ağır olduğundan ve hızlı konuştuğundan ne dediğini zar zor anlıyordum. Dinlemeye devam ettim, onlar için üzgün hissediyordum fakat bir şey yapmam mümkün değildi. Bu yüzden yardım etme, bir iş bulma, hatta bir ekmek vermek için bile söz vermedim. Onlara sadece sıradan fakir bir üniversite talebesi olduğumu, gönüllü olarak kampa geldiğimi açıklamak oldukça zordu. Onlara göre, Türkiye’den gelen herkes bir umut ışığıydı. Çaresizlikleri o kadar derindi ki, Suriye’deki durumun ne kadar karmaşık olduğunu bilmelerine rağmen, mecburen uçan kuştan medet umuyorlardı.
Bangladeş’teki Rohingya kampında da tıpkı bunun gibi hissetmiştim. Orası da benim için oldukça üzücüydü. Onlar da birkaç kişinin çabasıyla çözülemeyecek kadar derin sıkıntıların içinde olduklarını biliyordu ama, yine de yanlarına giden hemen herkese ümit bağlıyorlardı.
Çadırın içinde oldukça zorlanıyordum, benden ısrarla yardım isteyen ve dert yanan insanlar vardı ancak elimden gelen bir şey yoktu. Çok şükür ki, evin hanımı bana döndü ve sordu: “Kahve mi istersin çay mı?” Cümleyi duyunca kocaman gülümsedim, bu sorunun kendisi hayatın sıkıntılarına karşı büyük bir cevaptı, zor koşullara karşı bir meydan okumaydı.
Olumlu bir şey düşünmeyi bıraktığım ve durumdan ötürü biraz rahatsız olduğumu hissettiğim anda bana “hayatın devam ettiğini” hatırlatmıştı bu soru. Çay içmek istediğimi söyledim. Kısa bir süre sonra, bol şekerli kaçak çayımız hazırdı. Suriye’de adet olduğu üzere zarif bir cam bardakta servis ettiler. Ev sahibi, bana bir de J&J marka bir Arap sigarası ikram etti, ben de ona bir tane Türkiye’den getirdiğimi verdim. Ortamın havası epey ısındı, dertleri bir kenara bırakıp geyik yapmaya başladık. Orada bulunmak benim için unutulmayacak bir tecrübeydi.
Dürüst olmak gerekirse, ki gerekir, insani yardımla ilgili fikirlerim Türkiye’deki birçok sivil toplum kuruluşunun faaliyetlerinden farklı. Ne yazık ki, sivil toplum örgütleri genellikle insanlara uygun bir iş veya psikolojik yardım için fırsatlar yaratmak yerine onlara battaniye, kıyafet ve yiyecek vermeyi tercih ediyor. Acı bir gerçek olarak söylüyorum; STK’ların neden yardım faaliyetlerini gözden geçirmediğinin yanıtı basittir: İnsanlar elini taşın altına koyarak bir sorunun üzerine gitmek ve adil bir toplum inşa etmeye uğraşmaktan çok “yoksullara yardım eden merhametli efendiler” olmayı seviyor.
Öte yandan, insanların çoğunun Allah rızası için yardım ettiğini biliyorum, bu yüzden kimsenin niyetini yargılayamam. Dolayısıyla şahıslar hakkında daha dikkatli konuşuyorum ve bu çeşit yardımı da lüzumsuz saymıyorum ancak yine de eski insani yardım yöntemlerini eleştirmek ve yeni bir anlayış geliştirmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
Daha açık izah etmek gerekirse, kamptaki insanların pek çoğa bizim yüzümüzden hiçbir emek sarf etmeden ihtiyaçlarını kolayca elde etmeye alışmış durumdalar. Bu nedenle her biri yavaş yavaş birer dilenciye dönüşmüş. Elbette onların yaşadığı travma bizim tahmin edebileceğimizden çok daha yoğun ve bu da ne yazık ki onların ahlakına ve düşünme tarzlarına etki ediyor. Savaş sadece yaşam koşullarını değil, tümüyle yaşam biçimlerini değiştirmiş.
Yine de hayat devam ediyor. Çocuklar dünyaya geliyor, erkekler kadınlara aşık oluyor, çocuklar sokakta oyun oynuyorlar. Zalimler güzel Suriye’yi harap etseler de, bizim hayallerimizi mahkûm edemezler.
Biz Allah’ın izniyle köle olmayacağız, onlar yenilecek ve def olup gidecekler. Kazanacağız ve bu verimli topraklarda özgürce, gururla yaşamaya devam edeceğiz. Onlara yirmi bin masum çocuğun adına diyorum ki: “Hakkınızdan gelinecek ve cehennemi boylayacaksınız”. Son olarak, yazar Dostoyevski’nin baş yapıtı Suç ve Ceza’dan alıntı yapmak ve yazımı bitirmek isterim: “Nerede okumuştum, hani bir idam mahkumu, ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: ‘Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek fırtınayla sarılmış vaziyette yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse, o şekilde yaşamak, şu anda bir saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir?’ Yeter ki yaşasındı, sırf yaşasın! Nasıl olursa olsun, ama yeter ki yaşasın!..”
Tercüme: Hacer Esra Derinsu
[1] ammice: halk ağzı, lehçe.
[2] doçka: Rus yapımı, ağır makineli bir silah.