Esra Kamacı
Medya, güncel yeniliklerden haberdar olmamızı sağlayan bir kitle iletişim aracı olmanın yanında açık/örtük tutumlarımızı etkileyen ve bu açıdan bir araştırma nesnesi olarak da ele alınan önemli bir kurumdur. Günlük hayatımızda pek çok araç vasıtası ile maruz kaldığımız medya, toplumu birçok konu hakkında yönlendirmektedir. Medya bu yönlendirmeleri yaparken elbette belli stratejiler de kullanır. Sosyal psikolojinin insanın eğilimlerini anlattığı temel kuram ve teorilerinin izlerini medya ve toplum ilişkisinde gözlemlemek mümkündür.
Medya ve insan ilişkisinde iki taraflı bir meşrulaştırma sürecinin hakim olduğunu hatırlatmak gerekir. İnsan, eğilimlerini besleyen ve bazı noktalarda kendisini olumlayan medya içeriklerini desteklerken; medya, insanın bu eğilimlerini de kullanarak daha çok yönlendirmeyi ve daha çok izlenmeyi/okunmayı/talep görmeyi amaçlamaktadır. Bu ikili ilişkide bireyin, kendi psikolojik eğilimlerinin ve bunların pek çok kurum tarafından kullanıldığının farkında olması önemli bir adımdır. Bu nedenle, üç temel kuram/kavram ile medya ile tutumlarımız arasındaki ilişkiyi detaylandırmaya çalışacağım.
İlk olarak; sosyal psikolojinin en temel kuramı olan sosyal kimlik kuramından söz edebiliriz. Henri Tajfek ve John Turner tarafından 1970’lerde oluşturulan sosyal kimlik kuramı, gruplararası süreçleri anlatması noktasında önemli bir yere sahip. Bireyin ait olduğunu düşündüğü grup ile ait olmadığı grup arasında nasıl farklılıklar inşa ettiğini gösteren bu kuram, yerel halk ve göçmenler arasındaki ilişkiyi anlamak ve medyanın bu noktadaki stratejilerini kavramak noktasında önemli bir yere sahip. Sosyal kimlik kuramı, pek çok süreç ve eğilimden söz etmektedir. Bu eğilimler bireyin biz/onlar olarak ayırdığı grupların olduğu ve biz ve onlar arasında bir kıyasın mevcut olduğu senaryolarda görülmektedir (Tajfel, 1979). Birey, ait olduğu grubu iyi görme eğilimindedir. Özellikle benliğinin bir parçası olarak tanımladığı gruplara karşı birey, oldukça olumlu yargılar taşımaktadır. Bunun yanında, birey, iç grup olan kendi grubunun başına gelen ya da iç grubun gerçekleştirdiği olumsuz durumlarda gerçekleşen durumun nedeni olarak dış sebepleri görürken; öteki olan dış grubun gerçekleştirdiği olumsuz durumlarda neden olarak bizzat grubun/üyelerinin kendisi olarak tanımlamaktadır. Dış grup dediğimiz öteki(ler), bireyleri arasında bir farkın olduğuna inanılmayan ve homojenleştirme eğilimi gösterdiğimiz bir grup iken; iç grup olan biz, bireyleri arasında zengin çeşitliliğin olduğu bir grup olarak betimlenmektedir (Brewer, 1979). Bunun yanında birey, iç grup ile dış grup arasında önemli farklılıklar görme eğilimindedir, çoğu zaman gruplar ve bireyler birbirlerinden bu kadar farklı değillerdir (Jetten, Spears, Manstead, 1997). Sosyal kimlik kuramında gözlemlenen insani eğilimlerimiz ve özelliklerimiz, medya tarafından pekiştirilmektedir. Haber metinlerinde Türkler/Suriyeliler/Afganlar gibi etnik kökenlerin -haber içeriği ile ilgisi olmasa dahi- veriliyor olması, iç grup/dış grup yanlılıklarının arttırılması, grup kimliklerinin pekiştirilmesi açısından bir adımdır. Aynı zamanda medya, dış grup(lar)dan söz ederken, dış gruptaki tüm bireylerin birbirleri ile aynı olduğuna dair bir alt metin de sunmaktadır. Büyük genellemelerin yapıldığı haber metinler, dış grubu homojen algılama özelliğimizi desteklemektedir. İç grubun gerçekleştirdiği suçların/olumsuz içerikli eylemlerin cinnet, bir anlık gaflet, psikolojik hastalıklar, ekonomik zorluklar gibi dışsal nedenlere atfedilmesi ve buna karşın göçmen gruptan bir kişinin gerçekleştirdiği olumsuz eylem sunulurken bu gibi nedenlerin sunulmaması da sosyal kimlik kuramının öngördüğü bir eğilimimizi işaret etmektedir; iç grubun gerçekleştirdiği olumsuzlukların sebebi dışsal ve olumlu eylemlerin sebebi içsel iken, dış grubun gerçekleştirdiği olumsuzlukların sebebi gruba dair içsel nedenler ve olumlu eylemlerin sebebi ise dışsal nedenler ve çevre olarak sunulmaktadır.
Medyanın sıklıkla kullandığı bir diğer kuramsal bilgi ise, sistemi meşrulaştırma kuramıdır. Jost ve Banaji’nin (1994) tanımladığı sistemi meşrulaştırma kuramı ile, hem dezavantajına sahip hem de sahip olmayan kişilerin devam eden sistemi nasıl meşrulaştırdığı açıklanmaktadır. Birey, problemlerin sistemin hatası olduğunu bilerek ya da mevcut sistemi değiştirmek istemediğinde/ bu uğraşa girmek istemediğinde, sistemin meşru olduğunu savunarak kendi konumunu da meşrulaştırmaktadır. Belli noktalarda bireyin buna ihtiyaç duyduğunu söylemek de mümkün fakat bu durumun sistemin kötü yanlarından etkilenen büyük grupların hikayesinin değişmesini engellediğini belirtmek de önemli gözüküyor. Medya, bireyin bu ihtiyacının farkında olması sebebiyle, izlenebilirliğini arttırmanın önemli bir yolu olarak bireye sistemi ve bireyi meşrulaştıran bir hikaye sunmaktadır. Göçmenlerin temel insani haklarına ulaşamadığı ya da ülkelerinden göçmelerine sebep olan savaş, iklim krizi, ekonomik zorluklar gibi bireyden bağımsız gelişen zorlukların meşrulaştırılması, göçmenlerin durumunu engelleyici bir faaliyette bulunmayan bireyi de aklamaktadır. Bu teorik zeminden hareketle adil dünya inancı kavramsallaştırmasından söz etmek de gerekli gözükmektedir. Adil dünya inancı bireyin deneyimlediği kötü olayların bireyin kendi hatasından kaynaklandığını ve herkesin adil bir şekilde yargılandığı bir dünya tasavvurunu bizlere sunmaktadır. Bu durum bireye iyi olursa iyi bir hayat yaşayacağı yanılgısı ile bir psikolojik güven ortamı yarattığı gibi halihazırda kötü deneyimler yaşayan insanları bu deneyimlerden sorumlu tutmaktadır (Lerner, 1980). Birey, göçmenin deneyimlediği olumsuzluklardan göçmen bireyi sorumlu tuttuğu takdirde politik bir eleştiri, karşı çıkış yapma gerekliliği de ortadan kalkmış olmaktadır ve sistem birey tarafından bu şekilde meşru bir zemine alınmıştır. Ev sahibi toplum bu bağlamda, göçmeni suçlayıcı bir tavır takınmakta ve durumun sebebinin yine göçmenler olduğunu iddia etmektedir. Politik bir karşı çıkış göstermemeleri, savaşmaları, gelişmemiş olmaları gibi pek çok argüman ile göçmenler eleştirilmek ve suçlanmakta, temelde sistemsel olan problem ise göz ardı edilmektedir. Böylece ev sahibi toplumdaki bireyler de, bir karşı çıkış gereği hissetmemekte ve göçmenlerin deneyimlerini iyileştirme uğraşına girmemektedirler. Bu uğraşa gitmemelerini ise adil dünya inancı vasıtası ile meşrulaştırmaktadırlar. Medya ise bu noktada, suçlu olduklarını iddia ettikleri göçmenlerin sunulması ve bu bireylerin göçmen olduğuna özellikle atıf yapması ile adil dünya inancı algımızı desteklemektedir. Göçmenlerin ev sahibi ülkeye geldikten sonra deneyimlediği olumsuzluklar için ise, entelektüel gerilik, kültürel / dilsel yetersizlik, başarısızlık gibi sebeplerin sunulması, ev sahibi toplumun yaptığı olumsuzlukları yok saymak ve yine mağduru suçlamak olarak görülmekte ve medyanın bu ifadeleri kullanması da bireyin bu eğilimi ile desteklenmektedir.
Sonuç olarak; insanın psikolojik eğilimleri, medya gibi pek çok kurum tarafından pragmatik bir biçimde kullanılmıştır ve kullanılacaktır. Medya, daha çok okunmak/izlenmek için bireye sorumluluklarını hatırlatmak yerine haklı olduğu illüzyonunu aktarırken; insan bu illüzyon içinde kendisini ve gerçekleştirdiği ayrımcı tavırları meşrulaştıracak bir yol bulmanın huzurunu yaşamaktadır. Bu ikili ilişkide, inşa edilen ve ardından davranışsal olumsuz sonuçlar doğuran bir nefret söz konusudur. Elbette bu ilişki içinde de mevcut duruma rasyonel ve adil bir bakış açısı sunmak mümkündür. İnsan olarak bu eğilimlerimizin farkında olmak, daha çok ve araştırılmış kaynak ve bilgilere güvenmek bunun ilk yoludur. Medyanın kendisi lehine bir şekilde haber sunacağını söylemek sanıyorum ki çok yanlış olmaz fakat birey olarak bizlerin bu konuda daha hak ve sorumluluk odaklı bir duruş sağlamamız elbette ki mümkündür.
KAYNAKÇA
Brewer, B.M. (1979). In-group bias in the minimal intergroup situation: A cognitive-motivational analysis. Psychological Bulletin, 86(2), 307–324.
Jetten, J., Spears, R., & Manstead, A. S. R. (1997). Strength of identification and intergroup differentiation: The influence of group norms. European Journal of Social Psychology, 27(5), 603–609.
Jost, J. T., & Banaji, M. R. (1994). The role of stereotyping in system‐justification and the production of false consciousness. British journal of social psychology, 33(1), 1-27.
Lerner, M. J. (1980). The belief in a just world. In The Belief in a just World, 9-30.
Tajfel, H. (1979). Individuals and groups in social psychology. The British Psychological Society, 18(2), 183-190.