Gidiyorum yorgun, solgun, gözüyaşlı
Kendi viraneme
Tanrı şahit gidiyorum şehrinizden
Perişan ve divane gönlümle
— FURUĞ FERRUHZAD
İnsan tabiatı gereği geçiciliğin tam da ortasında kalmayı arzular. Geçici olan yalnızca mekân değildir. İnsanın kendisi de göç etmek üzere misafir olur dünyaya. Anne rahminde başlayan bu yolculuk, gözlerimizi dünyanın sonu gelmez gibi görünen karmaşasına açtığımız ilk anla birlikte görünür hâle gelir. O andan itibaren her insan, bilerek ya da bilmeyerek, göçle tanışır. “İnsan nerede durur, nereye yürür, nihayetinde nereye varır?” Bu sorular yalnızca mekânı değil, varlığı da sorgulatır. Çünkü göç, bedensel bir hareketten çok ruhun, aklın, kimliğin ve kalbin yeni bir yer arayışıdır.
Geçiciliğin İçinde Kök Salmak
Göçmen için geçicilik, yalnızca bir zorunluluk değil, aynı zamanda yeniden başlama cesaretidir. Her geçici barınak, içinde yeni bir hayatın filizlenme ihtimalini taşır. Bir çadırın gölgesinde kurulan sofralar, bir konteynerin duvarına asılan tül, bir ev olma hissinin ilk adımıdır. Bunu en yakınen yaşadığımız o büyük deprem felaketinde gördük. Kadınlar yaşadıkları yerde yeşeren evler kurdular. Çadırlarda saksılara ektikleri çiçekleri masalarına koyarak geçici olan o yerleri elleriyle, kalpleriyle yuvaya dönüştürdüler. Mimar için geçicilik, insana, coğrafyaya, zamana ve ihtiyaçlara, hakikate açılan bir hikâyedir. Çünkü geçici olanın içinde bile insan, kendine ait bir yaşam alanı kurmanın yollarını arar. O anlarda mimarlık, yalnızca duvar ya da çatı çizmek değil bir umudu, bir “ev” hissini yeniden inşa etmektir. Geçiciliğin ortasında bile yaşamın filizlendiğini görmek, mimarın en sessiz ama en güçlü tanıklığıdır. İnsan, geçici bile olsa yaşadığı yeri sahiplenmek ister. Çünkü aidiyet bir binadan önce bir niyetle başlar. Mimar için burada en önemli görev, bu niyeti görünür kılmaktır. Geçiciliğin soğuk yüzünü ısıtmak, insana “burada da yaşayabilirim” dedirtmektir. Çünkü kökler bazen bir toprakta değil, bağ kurduğu mekanlarda, sokaklarda, meydanlarda yeşerir.
Kalıcılığın Sessiz İnşası
Zaman geçtikçe geçici olan yerler birer hikâyeye dönüşür. Her gün açılan bir kapı, duvarında kuruyan bir el izi, pencereden içeri süzülen bir koku kalıcılığın ilk izleridir. Kalıcılık, betonla değil, yaşanmışlıkla kurulur. Bir yerin kalıcı olması, orada hatıraların kök salmasıyla mümkündür. Göçmen mahalleleri, bu yüzden yalnızca geçici barınaklar değil aynı zamanda kentin sessiz hafızalarıdır. Mimarlık, burada zamanın tanığı olur. Duvarlarında hem kayıpların hem umutların sesi yankılanır. Ve mimar, bu yankıyı duyan kişidir. Çünkü mekânın kalıcılığı, onu inşa eden ellerden çok, orada yaşayan kalplerin dokunuşundadır. Bu dokunuşun yansımalarından biri de Müslüman göçmenlerin Japonya’daki varlığıdır. Tokyo, Osaka, Yokohama ve Nagoya gibi büyük şehirlerde yaşayan bu topluluklar, çoğu zaman eğitim, çalışma ya da yeni bir yaşam umuduyla göç eder ve küçük ölçekli dayanışma ağları içinde kök salar. Camiler ve kültür merkezleri onlar için yalnızca ibadet edilen yapılar değil aidiyeti tazeleyen, hafızayı koruyan, sosyalleşmeyi mümkün kılan canlı mekânlardır. Açtıkları marketler, küçük işletmeler ve restoranlar aracılığıyla hem ekonomik hayata katılır hem de getirdikleri kültürel çeşitlilikle şehrin ritmine yeni bir katman eklerler. Böylece göç, yalnızca bir yer değiştirme değil aynı zamanda şehre işlenen, mimariye yansıyan, kimliği mekâna dönüştüren bir varoluş biçimine dönüşür.
Bir mimar, göçmenin hikâyesine dokunduğu anda yalnızca yapı tasarlamaz. Bir varoluşu yeniden kurar. Göç, insanı eksiltir ama aynı zamanda derinleştirir. Mimar, o derinliği hissedip mekâna yansıtabilendir. Umudu taşla, duayla, ışıkla örer. Çünkü bir kapının eşiği bazen sınırla özgürlük arasındaki çizgidir. Bir pencerenin yönü bazen geçmişle gelecek arasındaki köprüdür. Mimarlık, işte bu görünmeyen çizgileri anlamlandırma sanatıdır. Göçmen için tasarlanan her mekân, “burada yeniden başlayabilirim” diyebileceği bir dua alanıdır. Ve mimar, bu duayı mekâna çeviren kişidir. Bunun güzel örneklerinden biri de Tokyo Camii’dir. Japonya’nın Shibuya bölgesinde 2000 yılında tamamlanmış olup Türk Mimar Muharrem Hilmi Şenalp tarafından Osmanlı İslam mimarisi geleneğine sadık kalarak tasarlanmıştır. Ana kubbesi 23 metre, minaresi 41 metre yüksekliğinde olup yaklaşık 2.000 kişilik kapasiteye sahiptir. Yapıda Türkiye’den götürülen taş ve mermerler, geleneksel oyma ve çini işçiliği ile işlenmiş, iç mekânda kubbeler, hat ve ahşap detaylarla hem estetik hem de akustik bir bütünlük sağlanmıştır. Mimari olarak Tokyo’nun modern siluetinde geleneksel Osmanlı cami öğelerini temsil eden dikkat çekici bir yapı olup denge ve sadelikle çevreye uyum sağlar. Tokyo Camii, göçmen Müslümanlar için sadece ibadet yeri değil aynı zamanda sosyal, kültürel ve eğitimsel bir merkezdir. İslam kültürünü ve Osmanlı sanatını tanıtan etkinlikler, dersler ve topluluk buluşmaları ile Japonya’daki Müslüman topluluğun aidiyet ve entegrasyonunu güçlendirir. Açık ve erişilebilir tasarımı, ziyaretçilerin iç mekânla ve çevreyle doğrudan etkileşimini kolaylaştırır, toplumsal bağları kuvvetlendirir ve farklı kültürler arasında diyalog köprüsü kurar. Bu yönüyle Tokyo Camii, mimari estetik, kültürel süreklilik ve toplumsal etkiyi bir araya getiren kalıcı bir kültürel ve dini simgedir.
Bazen göçmenlere değil de göç ettikleri ülkelere, şehirlere, mahallelere sormalı bu soruyu ‘göçmenler nerede yaşar?’ Bu soru bize bir sonraki yazımız Göçmen Yaşamında Mekansal Deneyimle alakalı ip ucu veir.
Kaynakça
Tokyo Camii. “Tokyo Camii’nin Tarihçesi.” Tokco Camisi Web Sitesi Tarihçe Sayfası. Son erişim 28 Ekim 2025. https://www.tokyocamii.org

