“Gurbette yalnız ve yalnız
Bir azık torbam var
İçinde kuru ekmek ve aşk
Bir de defterim
Kimi düşlerimi döktürdüğüm
Sayfalarında beni öfkelendiren
Canımı sıkan her şeye tükürdüğüm!”
(Mahmut Derviş, “Ölümü Seviyorlar Benim”, s. 13)
Göç, insanoğlu var olduğundan beri onunla birlikte var olan ve gelişen bir kavram olmuştur. Çağımız küresel bir “göç çağı”dır. İnsanlar veya toplumlar birçok farklı sebeplerle gönüllü veya zorunlu bir şekilde göç etmektedirler. Göçün birçok farklı nedeni olduğu gibi çeşitli sonuçları da vardır. Modern dünya her ne kadar bu nedenleri ve sonuçları görmek istemese de göç ve göçmenlik bu çağın en önemli olgularından biri olarak karşımızda tüm gerçekliği ile durmaktadır.
Edebiyat; içerisinde her zaman toplumsal unsurları ve değişiklikleri barındırmıştır. “Göç” de bu unsurlardan biridir. Edebi eserde “göç” unsuru bir vakıa olarak ele alınabildiği gibi, göçle gelen edebiyat, göçmen edebiyatı, kültürlerarası edebiyattan da söz edilebilir. Toplumsal bir gerçeklik olarak göçe bakacak olursak; “alışılmış olanın terk edilerek yeni ve başka diyarlarda yaşamını sürdürmek isteği ya da zorunluluğu” insanoğlunun yaradılışından günümüze kadar karşımıza çıkan bir durumdur. Metinlerde göçün ele alınışı çok farklı şekillerde olabilmektedir. Göç konusunu ele alan farklı edebî metinler olduğu gibi göçe maruz kalmış yazar ve şairler; göç ettikleri bölgelerde kendi göç hikâyelerini ve sonrasında yaşadıklarını anlattıkları bir “göç edebiyatı” da oluşturmuştur. Göç edebiyatı, en geniş manası ile bir “tanıklık edebiyatı”dır. Metinler, birçok tanıklıktan beslenmekte ve bu tanıklıkları çoğaltmaktadır. Tanıklık, eyleme geçmek- yazmak için bir zemindir ve metnin dinamiğini, kurgu ile birlikte oluşturur. Bu yönüyle göç edebiyatının çoğu ürünü, tanıklık ve kurgu birlikteliğinden doğar. Yine özellikle 19. Yüzyılda Lübnan, Suriye, Filistin ve Ürdün gibi Orta Doğu ülkelerinden, Amerika ve Kanada gibi Batılı devletlere göç eden yazar ve şairlerin oluşturduğu, döneminde ve sonrasında birçok sanatçıyı etkileyen ve “Mehcer Edebiyatı” özel ismi ile anılan bir akım oluşmuştur. Bu akımın en önemli temsilcileri arasında; Halil Cibran, Mihail Nuayme ve Emin er- Reyhanî’yi sayabiliriz. Bu yazarlar, göç eden ve göçle ilgili ürünler veren edebiyatçılar olmalarının yanında bu konuda oldukça nitelikli edebiyat eserleri ortaya koymuşlardır. Yine göç edebiyatı içerisinde değerlendirebileceğimiz belki de onun bir alt alanı olan “sürgün edebiyatı” da oldukça zengin bir birikime sahiptir. Sürgün edebiyatının örneklerine ise daha çok, Nazi Almanyası’nın baskısından kaçıp, çeşitli ülkelere göç eden yazarların eserlerinde rastlarız. Bununla birlikte Sürgün Edebiyatı, sadece Nazi Almanyası’ndan kaçan yazarlara özgü bir yazın biçimi olmayıp, günümüzde de çeşitli coğrafyalardan, insanların çeşitli sebeplerle sınırdışı edilip göçe zorlanması ile meydana gelen bir türdür.
“Evi dağılanın yurdu genişler mi?”(Gürbilek, 2020: 13) Evi dağılan için yeni bir yurt arama işleminde yazının payı da büyüktür. Metin, göçmen için yeni bir yurt olmuştur adeta. Yazmak, biraz “yeni bir yurt arama” eylemidir. Metin oluşturulurken bu yurt da inşa edilir. Theodor Adorno, Minima Moralia adlı ünlü eserinde, “Yazar, bir ev kurar metninde”. (2002: 89) der. Bu açıdan yazı-kelimeler evsiz ve yurtsuz için yeni bir sığınaktır. Daha geniş bir perspektifden bakacak olursak ise, edebiyat bir yönü ile “yeni bir yurt ve ev kurma eylemi”dir. Yine Minima Moralia’da Adorno, “Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak yer olur yazı”. (2002: 89) diye belirtir. Yurdundan göç etmiş, sürülmüş kişi için yazı; yeni bir varoluş biçimidir. Bu yönüyle göç ve edebiyat ilişkisi çok katmanlı ve güçlü bir bağa sahiptir.
Göç ve edebiyatın bir yönü de direnişe bakmaktadır. Yurdundan çeşitli sebeplerle göç etmeye zorlanmış ya da göç etmiş kişi yazısıyla bu duruma direnmektedir. Bu yönüyle göç ve edebiyat ilişkisinin en önemli iki unsuru; hasret ve umuttur. Yurdundan ayrı kalan kişinin vatanına duyduğu hasret ve o topraklara; doğduğu, büyüdüğü yeri yeniden göreceğine dair içinde ve yazılarında taşıdığı “büyük umut”…
Göç eden yazarların ya da göç konusunu işleyen yazarların eserlerine baktığımızda, yazarın adeta kelimelerden kendine bir vatan oluşturduğunu görürüz. Bu yönüyle yazı ve edebiyatın göç ve göç eden edebiyatçı için önemi büyüktür. Göç ve göçmenlik; sınırların ve kuralların kesin ve katı bir şekilde belirlendiği çağımızda, ne yazık ki, yasal haklarının yeterince nitelikli olmaması ve her yerin ötekisi olmaları ile bir nevi “araftalık”tır. Bu yönüyle göç ve edebiyat ilişkisine ait metinlerde bu araftalık durumunun dile dökülmesidir. Yasalarda ve sınırlarda yer bulamayan ve bir yönüyle dilsizleştirilen göçmen için yazı ve edebiyat yeni bir dil olanağı sunar. Dilsizlerin, ezilenlerin ve ötekinin dilidir edebiyat, göçmenlerin de dili olacaktır. Dünya göçü ve göçmenleri görmek istemese de, edebiyat sayesinde göç ve göçmenlik konusu metinler aracılığıyla gündeme taşınmaktadır. Göç ve edebiyat ilişkisi temelde bir varoluş biçimine dayanır. Göç ile sınırların ve yasaların “ötekisi” olan göçmen, edebiyat ile kendisini var etme çabasındadır. Bu yönüyle edebiyat; göç ve göçmenlik unsurları söz konusu olduğunda oldukça önemli bir yere sahiptir.
KAYNAKÇA
Adorno, Theodor W. (2002), Minima Moralia. İstanbul: Metis Yayınları.
Derviş, Mahmut (?), Ölümü Seviyorlar Benim. İstanbul: Armoni Yayınları.
Gürbilek, Nurdan (2020), İkinci Hayat. İstanbul: Metis Yayınları.